Tartışmalarda somut verilerin, uzman görüşlerinin ve kanıtlanmış gerçeklerin artık neden bir önemi kalmamış gibi hissettiğiniz oluyor mu? “Bence böyle” diyenlerin, “Gerçekte böyle” diyenlere galip geldiği bir dünyada mı yaşıyoruz? Yalnız değilsiniz. Bu, “Post-Truth” (Gerçek-Ötesi) çağın bir belirtisi. Peki bu tuzağa nasıl düştük ve zihnimizi bu bilgi kirliliğinden nasıl koruyabiliriz? Problem…
Daha 10 yıl önce “asla olmaz” dediğiniz, hatta dile getirilmesi bile ayıp karşılanan bir fikrin bugün nasıl manşet olduğunu ve siyasi partilerin ana vaadine dönüştüğünü hiç düşündünüz mü? Bu bir tesadüf değil. Bu, siyaset biliminde “Overton Penceresi” olarak bilinen güçlü bir stratejinin sonucu. Peki, toplumun kabul edilebilir bulduğu fikirlerin çerçevesi…
Gelişmekte olan ülkelerin (özellikle 1950-70’lerde) dışa bağımlılığı azaltmak için, ithal ettikleri sanayi ürünlerini (otomobil, beyaz eşya) gümrük duvarlarıyla (ithalatı pahalılaştırarak) koruyarak kendi ülkelerinde üretmeye odaklanan kalkınma modelidir.
Partilerin faaliyetlerini (mitingler, reklamlar) yürütmek için ihtiyaç duydukları parayı nasıl buldukları meselesidir. Üç ana kaynak vardır: 1) Üye aidatları, 2) Devlet yardımı (Hazine yardımı), 3) Özel bağışlar. Bu bağışların (özellikle 3. maddenin) şeffaf olmaması ve denetlenememesi, siyasi yolsuzluğun ana kaynaklarından biridir.
(Theodor Adorno tarafından geliştirildi) Bazı bireylerin, psikolojik olarak katı kurallara, hiyerarşiye ve güçlü liderlere sorgusuz sualsiz itaat etmeye, “dış gruplara” (göçmenler, azınlıklar) karşı ise önyargılı ve saldırgan olmaya yatkın kişilik yapısını tanımlar.
Immanuel Wallerstein tarafından geliştirilen bu teoriye göre, tek bir “dünya ekonomisi” vardır ve ülkeler bu sistem içinde üç role bölünmüştür: 1) Merkez (yüksek teknoloji üreten zengin ülkeler), 2) Çevre (hammadde sağlayan yoksul ülkeler), 3) Yarı-Çevre (her ikisinin özelliklerini taşıyan orta gelirli ülkeler). Çevre, Merkez tarafından sömürülmeye devam eder.
“Regülasyonun” (düzenleme) tersidir. Devletin, (neoliberalizm etkisiyle) ekonomik verimliliği ve rekabeti artırmak amacıyla piyasalar üzerindeki kural ve denetimlerini kaldırması veya azaltmasıdır. (Örn: Havayolu veya bankacılık sektöründeki kısıtlamaların kaldırılması).
(Zygmunt Bauman) Eski “Panoptikon” (büyük birader) modelindeki katı gözetimin aksine, “sıvı gözetim” çağında (sosyal medya çağı) insanlar artık gözetlenmekten korkmaz; tam tersine, “görünür olmak” ve “beğenilmek” için özel hayatlarını gönüllü olarak paylaşırlar. Gözetim, artık bir ceza değil, bir arzu nesnesine dönüşmüştür.
2006’da Julian Assange tarafından kurulan ve 2010’da meşhur olan bu platform, siyaset bilimini değiştirmiştir. Devletlerin, orduların ve şirketlerin “gizli” belgelerini, diplomatik yazışmalarını ve savaş suçlarını kamuoyuna sızdırarak, “radikal şeffaflık” yoluyla iktidarı denetlemeyi amaçlayan yeni bir aktivizm ve gazetecilik türüdür.
Bir grup insanın ortak bir çıkarı (temiz çevre, daha iyi maaş) olmasına rağmen, bireylerin bu amaç için çaba harcamaktan “kaytarmayı” (bedavacılık) tercih etmesi durumudur. “Nasılsa başkası yapar” düşüncesi, o kolektif eylemin (protesto, grev) gerçekleşmesini engeller.
Başkanlık sistemlerinde (özellikle ABD’de “Executive Order”), Başkanın, Meclis’in (yasama) onayına ihtiyaç duymadan, yürütme organının nasıl çalışacağına dair çıkardığı, yasa gücünde olabilen düzenleyici talimatlardır. Yetkisinin sınırları genellikle anayasal tartışmalara konu olur.
Siyasal kararların, sadece seçilmiş hükümet tarafından değil, aynı zamanda toplumun büyük çıkar gruplarının (özellikle işçi sendikaları konfederasyonları ve işveren örgütleri) liderleriyle yapılan üçlü müzakereler yoluyla alındığı sistemdir.
Sadece siyasi elitlerin (partilerin) değil, aynı zamanda halkın da ideolojik olarak “sağ” ve “sol” gibi iki zıt kampa ayrılması, bu kamplar arasındaki mesafenin artması ve birbirlerine karşı duydukları “duygusal” nefretin (negatif partizanlık) yükselmesidir.
Soğuk Savaş sırasında (1961’de kuruldu), ne ABD liderliğindeki Batı Bloku’na ne de Sovyetler liderliğindeki Doğu Bloku’na askeri veya siyasi olarak “bağlanmayı” reddeden, genellikle yeni bağımsızlığını kazanmış “Üçüncü Dünya” ülkelerinin (Hindistan, Mısır, Yugoslavya liderliğinde) oluşturduğu uluslararası platformdur.
Jürgen Habermas tarafından (Nazi Almanyası sonrası) önerilen bir kavramdır. Ulusal kimliğin, ortak bir etnik kökene, kültüre veya tarihe (“kan bağı”) değil, tüm vatandaşların paylaştığı demokratik ilkelere ve anayasal değerlere (“hukuk bağı”) dayanması gerektiğini savunan sivil bir milliyetçilik anlayışıdır.
İnsanların, mutlak yoksulluktan çok, “sahip oldukları” ile “sahip olmayı bekledikleri” (veya komşularının/diğer grupların sahip olduğunu gördükleri) arasındaki fark nedeniyle memnuniyetsizlik yaşamasıdır. Bu “göreceli yoksunluk”, devrimlerin ve toplumsal hareketlerin neden en fakirler tarafından değil, beklentileri yükselmiş gruplarca başlatılabildiğini açıklar.
Birbiriyle uyumlu, kapalı bir grubun (danışma kurulu, kabine) karar alma sürecinde, grup içi uyumu bozmamak ve lideri eleştirmemek adına, bariz riskleri veya alternatif görüşleri göz ardı etmesi durumudur. Bu, grubun akıl almaz derecede kötü kararlar almasına yol açabilir.
Devletlerin belirli bir alanda (çevre, ticaret, silah kontrolü) ortaklaşa kabul ettikleri ilkeler, normlar, kurallar ve karar alma prosedürleri bütünüdür. (Örn: Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Rejimi veya Kyoto Protokolü gibi İklim Rejimleri).
(Psikolojiden siyasete uyarlanır) Rehinelerin, kendilerini esir alanlara duygusal bir bağ geliştirmesi durumudur. Siyasette, baskı altındaki halk kitlelerinin, kendilerini baskılayan otoriter liderlerle özdeşleşmesi, onları savunması ve hatta onlara hayranlık duyması durumlarını açıklamak için bir metafor olarak kullanılır.
Stephen Walt’un bu teorisi, “Güç Dengesi”ni düzeltir. Devletlerin, sadece “en güçlü” olana karşı değil, “en tehdit edici” olana karşı ittifak kurduğunu savunur. Tehdit; güç, coğrafi yakınlık, askeri kapasite ve en önemlisi “saldırgan niyet” algısından oluşur.
Hukuk devletinde, yürürlükteki yasalara göre bireylerin elde ettiği ve meşru bir beklentiye dönüştüğü haklardır. Hukuk devletinin bir gereği olarak, yeni bir yasa çıkarıldığında bu “kazanılmış hakların” geriye dönük olarak (makabline şamil) ortadan kaldırılmaması beklenir.
Charles Lindblom’a göre, politikacılar “rasyonel” (en iyi) kararı değil, “mümkün” olanı yapar. Siyasette büyük devrimci değişiklikler yerine, mevcut politikalarda küçük, artırmacı (parça parça) değişiklikler yaparak ilerleme (“sallana sallana ilerleme”) eğilimindedirler.
Devletin, piyasaların (bankacılık, enerji, telekomünikasyon) işleyişine, kamu yararını (tüketiciyi koruma, tekelleşmeyi önleme, çevreyi koruma) sağlamak amacıyla kurallar koyması ve bu kuralları denetlemesidir.
Bir siyasi partinin, kendi iç işleyişinde (lider seçimi, aday belirleme, politika oluşturma) demokratik usulleri (üyelerin oy kullanması, şeffaflık, rekabet) ne kadar uyguladığını gösteren ölçüttür. Parti içi demokrasi zayıfsa, o partinin ülkeye demokrasi getirmesi zorlaşır.
Devletler arasındaki resmi, diplomatik (Birinci Ray) müzakerelerin tıkandığı durumlarda, sürece resmi bir sıfatı olmayan (akademisyenler, eski diplomatlar, STK temsilcileri) aktörlerin dahil olarak gayri resmi diyalog kanalları açması ve çözüm önerileri geliştirmesidir.
1980’lerden itibaren devleti hantal bulan neoliberal bir yaklaşımdır. Devletin, özel sektör tekniklerini (performans ölçümü, verimlilik, rekabet, özelleştirme) kullanarak daha “etkin” ve “verimli” bir hizmet sunucusu olması gerektiğini savunur.
Richard Thaler ve Cass Sunstein’in bu fikri, insanları bir şeyi yapmaya “zorlamak” (paternalizm) veya tamamen “özgür bırakmak” yerine, daha iyi kararlar (sağlıklı beslenme, emeklilik tasarrufu) vermeleri için seçenekleri hafifçe “dürtmektir”. (Örn: Sağlıklı yiyecekleri göz hizasına koymak).
Realizm (anarşi) ile Liberalizm (kurumlar) arasında bir yerdedir. Devletlerin anarşik bir sistemde yaşadığını kabul eder, ancak ortak kurallar, normlar ve kurumlar (diplomasi, hukuk) yoluyla bir “Uluslararası Toplum” oluşturduklarını savunur.
Robert Putnam tarafından incelenen bu kavram, bir toplumdaki bireyler arasındaki güven, ortak normlar ve sosyal ağlar (dernekler, kulüpler) bütünüdür. Sosyal sermaye ne kadar güçlüyse, o toplumun demokrasiyi işletme ve kolektif sorunları çözme kapasitesi o kadar yüksek olur.
Hükümetlerarası örgütlerin (BM gibi) aksine, ulus-üstü bir yapıda (AB gibi), üye devletler egemenliklerinin bir kısmını (para basma, ticaret kuralları) ortaklaşa kurdukları “üst” bir otoriteye (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası) devrederler. Bu otoritenin kararları, ulusal hükümetler için bağlayıcıdır.
Westminster Modeli (İngiltere), gücü tek bir partide toplar, iki partilidir ve kazanan-her-şeyi-alır (çoğunlukçu). Konsensüs Modeli (İsviçre, Belçika), gücü koalisyonlar arasında dağıtır, çok partilidir ve azınlık haklarını korumaya (çoğulcu) odaklanır.
Vatandaşların (STK’lar, aktivistler, sendikalar olarak) devlet müdahalesi veya korkusu olmadan örgütlenme, toplanma ve fikirlerini ifade etme özgürlüğüne sahip oldukları yasal ve politik alanı ifade eder. Otoriter rejimler bu alanı (sivil alanı) daraltmaya çalışır.
Fareed Zakaria tarafından popülerleştirilen bu kavram, seçimlerin yapıldığı (demokratik unsur) ancak hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve azınlık hakları gibi liberal unsurların (liberal unsur) zayıfladığı veya hiçe sayıldığı rejimleri tanımlar.
Chantal Mouffe’un bu teorisi, demokrasinin tam bir uzlaşıya dayanmaması gerektiğini savunur. Siyasi çatışma kaçınılmazdır ve sağlıklıdır. Amaç, siyasi rakipleri “düşman” (yok edilmesi gereken) olarak değil, “hasım” (meşruiyeti kabul edilen ama mücadele edilmesi gereken rakip) olarak görmektir.
Kenneth Waltz’a göre, uluslararası sistemin “anarşik” (üst otoritesiz) yapısı, devletleri “hayatta kalmaya” zorlar. Bu yüzden devletler, maksimum güç değil, sadece “yeterli” güç (güvenliklerini sağlayacak kadar) peşindedir. Temel amaçları başka bir devletin hegemonyasını engellemektir.
John Mearsheimer’a göre ise, anarşik sistem devletleri sadece hayatta kalmaya değil, “maksimum güce” (bölgesel veya küresel hegemon olmaya) zorlar. Çünkü bir devletin gelecekteki niyetinden asla emin olamazsınız. En iyi savunma, en güçlü olmaktır.
Bu, zengin, sanayileşmiş ülkeleri (“Kuzey” – genelde Batı Avrupa, K. Amerika, Avustralya) ve sömürgecilik sonrası eşitsizliklerle boğuşan, görece yoksul, “gelişmekte olan” ülkeleri (“Güney” – genelde Afrika, Latin Amerika, Asya) tanımlayan jeopolitik bir terimdir.
John Kingdon’un “Çoklu Akışlar” modeline göre, bir politikanın yasalaşması için üç akışın (Sorun Akışı, Çözüm Akışı, Siyaset Akışı) aynı anda kesişmesi gerekir. Lobiciler ve politika yapıcılar, bu üç akışın birleştiği bu kısa “fırsat penceresinin” açılmasını bekler.
Sosyal psikolojide, bir kişinin iki çelişkili inanca (örn: “Liderim dürüsttür” ve “Liderim yalan söyledi”) sahip olması durumunda yaşadığı zihinsel rahatsızlıktır. Bu rahatsızlığı azaltmak için kişi, genellikle gerçeği (yalanı) reddeder veya önemsizleştirir (“vardır bir bildiği”).
Bireyin, kendisini siyasi sistemden dışlanmış, güçsüz ve temsil edilmiyor hissetmesi durumudur. Bu, siyasi katılımın düşmesine (oy vermeme), sisteme olan güvenin azalmasına ve aşırılıkçı görüşlere yönelime neden olabilir.
Bir devletin, başka bir devletin egemenliğini ihlal ederek, o ülkede yaşanan soykırım, etnik temizlik veya kitlesel insan hakları ihlallerini durdurmak amacıyla (genellikle askeri olarak) müdahale etmesidir. Meşruiyeti (“Koruma Sorumluluğu” – R2P) uluslararası alanda en çok tartışılan konulardan biridir.
Charles Taylor ve Axel Honneth gibi düşünürlere göre, siyasi mücadeleler sadece kaynakların (para, mal) adil dağıtımıyla (“yeniden dağıtım”) ilgili değildir. Aynı zamanda, azınlık gruplarının, kültürlerinin, kimliklerinin ve yaşam tarzlarının çoğunluk tarafından “tanınması” ve “saygı görmesi” ile de ilgilidir.
Isaiah Berlin’in kullandığı bu Yunan metaforu, liderleri ve düşünürleri ikiye ayırır: Tilkiler (çok şey bilirler), dünyayı karmaşık görürler, birçok farklı fikri ve stratejiyi aynı anda kullanırlar. Kirpiler (tek bir büyük şey bilirler) ise, tüm dünyayı tek bir merkezi vizyon veya büyük bir ideoloji (örn: Marksizm, serbest piyasa) üzerinden açıklarlar.
Tek Taraflılık, bir devletin küresel sorunlara (terör, çevre) karşı diğer devletlere danışmadan, kendi başına hareket etmesi ve karar almasıdır. Çoktaraflılık ise, devletlerin ortak sorunları çözmek için uluslararası örgütler (BM, NATO) veya antlaşmalar aracılığıyla birlikte hareket etmesi ve ortak kurallara uymasıdır.
Bir devletin veya politikacının, aynı eylem veya ilkeyi, kendi müttefiki veya kendisi yaptığında “meşru” ve “gerekli” olarak tanımlarken, rakibi veya düşmanı yaptığında “gayri meşru” ve “saldırgan” olarak kınaması durumudur. Bu, ahlaki bir tutumdan çok, ulusal çıkarlara dayalı bir siyasi araçtır.
Bir bölgede veya ülkede, mevcut egemen gücün (hükümetin, işgal gücünün) çökmesi veya çekilmesi, ancak yerine hemen yeni ve istikrarlı bir gücün geçememesi durumunda ortaya çıkan istikrarsızlık ve kaos dönemidir. Bu boşluk, genellikle rakip gruplar veya aşırılıkçı hareketler tarafından doldurulmaya çalışılır.
Siyasal katılım, vatandaşların siyasi karar alma süreçlerini etkileme eylemleridir. Bu, sadece geleneksel katılımı (oy verme, partiye üye olma) değil, aynı zamanda geleneksel olmayan katılımı da (protesto, boykot, sivil itaatsizlik, imza kampanyası, sosyal medya aktivizmi) kapsar.
(Almanya, Yeni Zelanda modeli) Hem dar bölge (çoğunluk) hem de nispi temsil sistemlerinin iyi yanlarını birleştirmeyi amaçlayan bir seçim sistemidir. Seçmenler iki oy kullanır: Biri kendi bölgelerindeki “aday” için, diğeri ise ülke genelindeki “parti listesi” için. Meclis sandalyeleri, partilerin aldığı oy oranına göre (nispi) dağıtılır ancak kazanan adaylar (dar bölge)…
Bir devletin, genellikle döviz rezervleri, doğal kaynak gelirleri (petrol gibi) veya bütçe fazlalarından elde ettiği gelirleri, kendi ülkesi dışında veya içinde çeşitli varlıklara (hisse senetleri, gayrimenkul) yatırmak için kurduğu devlete ait yatırım fonudur. Bu fonlar, önemli bir ekonomik ve siyasi güç aracı olabilir.
Hükümet Değişikliği, sadece yöneten kişilerin (başbakan, parti) seçim gibi yasal yollarla değişmesidir; sistemin kuralları aynı kalır. Rejim Değişikliği ise, yönetimin temel kurallarının (anayasanın), yani sistemin kendisinin kökten değişmesidir (Örn: Monarşiden cumhuriyete geçiş veya demokrasiden diktatörlüğe geçiş).