Fransız Laikliği (Laïcité), dini kamusal alandan (okullar, devlet daireleri) aktif olarak dışlamayı ve devletin din karşısında kesinlikle tarafsız olmasını savunur. Anglo-Sakson Sekülerizm (ABD/İngiltere modeli) ise, devleti dışlamak yerine, devletin tüm dinlere eşit mesafede durmasını ve bireylerin dinlerini kamusal alanda da özgürce yaşamasına izin vermesini savunur.
Seçmenin, kazanma şansı olmayan küçük veya radikal bir partiye, aslında o partiyi desteklediği için değil, mevcut büyük partilere (hem iktidara hem muhalefete) duyduğu öfkeyi veya hayal kırıklığını göstermek amacıyla oy vermesi eylemidir. Bu, sisteme bir “mesaj” verme yoludur.
Devletlerin, baskın bir güce (hegemon) karşı askeri ittifaklar (sert dengeleme) kurmak yerine, uluslararası kurumları (BM gibi) kullanarak onu yavaşlatması, diplomatik olarak yalnızlaştırması veya eylemlerini gayri meşru ilan etmesi gibi daha örtük ve askeri olmayan yollarla dengeleme stratejisidir.
Jean-Jacques Rousseau’nun “Toplum Sözleşmesi”nde merkezi bir yer tutar. Toplumun iyiliğini isteyen kolektif iradedir. Bu, bireylerin kişisel çıkarlarının (özel irade) veya tüm bireysel çıkarların toplamının (herkesin iradesi) üstündedir. Rousseau’ya göre yasalar, bu “genel iradeyi” yansıtmalıdır.
Filozof Hannah Arendt’in, Nazi savaş suçlusu Adolf Eichmann’ın yargılanmasını izlerken geliştirdiği bir kavramdır. Arendt’e göre Eichmann, şeytani bir canavar değil, sadece emirleri sorgulamadan yerine getiren, yaptığı şeyin ahlaki boyutunu düşünmeyen “sıradan” bir bürokrattı. Bu, korkunç kötülüklerin “canavarlar” tarafından değil, “düşünmeyen” sıradan insanlar tarafından yapılabileceğini gösterir.
Jürgen Habermas tarafından tanımlanan bu kavram, devletin ve piyasanın dışında, vatandaşların bir araya gelerek kamusal meseleleri (siyaset, toplum) özgürce ve rasyonel bir şekilde tartıştıkları (gazeteler, kafeler, salonlar ve günümüzde internet) sosyal alanı ifade eder. İşleyen bir demokrasi için hayati önemdedir.
Bir siyasi görüşün veya bir adayın, sanki halktan gelen “taban hareketi” (grassroots) desteğine sahipmiş gibi görünmesini sağlamak amacıyla, büyük paralar veya profesyonel organizasyonlar aracılığıyla sahte bir destek imajı yaratma kampanyasıdır. (Örn: Sosyal medyada parayla tutulmuş trollerin bir fikri desteklemesi).
Politikacıların, genel kamuoyunun fark etmeyeceği veya masum bulacağı ancak belirli bir hedef kitlenin (genellikle ırkçı veya aşırılıkçı bir grubun) anlayacağı gizli, şifreli mesajlar veya imalar kullanarak o kitlenin desteğini kazanma stratejisidir. (Adını, sadece köpeklerin duyabildiği düdükten alır).
Her ikisi de halk oylamasıdır. Ancak Referandum, genellikle bir anayasa değişikliği veya yeni bir yasa gibi spesifik bir “metni” oylamak için yapılır ve sonucu genellikle hukuki olarak bağlayıcıdır. Plebisit ise, genellikle bir liderin otoritesini onaylatmak veya bir bölgenin egemenlik (bağımsızlık/katılma) kararını almak için yapılır ve sonucu daha çok “siyasi” bir…
Ulusal hukukun (devletin iç hukuku) aksine, uluslararası hukukun yaptırım gücü zayıftır. Çünkü 1) Merkezi bir “dünya polisi” veya zorlayıcı güç yoktur, 2) Yargı organları (Uluslararası Adalet Divanı gibi) devletlerin rızasına bağlıdır, 3) Güçlü devletler, kuralları kendi çıkarlarına göre ihlal etme eğilimindedir.
Siyasette, “patron” konumundaki güçlü bir politikacının, kendisine sadakat gösteren ve oy veren “klient” (vatandaş, grup) kitlesine karşılık olarak kamu kaynaklarını (iş, ihale, yardım) dağıtması üzerine kurulu gayri resmi bir çıkar ilişkisi ağıdır. Liyakat yerine sadakati esas alır.
Günümüzdeki birçok rejimi tanımlayan bir kavramdır. Bu rejimler, kağıt üzerinde demokratik kurumlara (seçimler, meclis, muhalefet) sahiptir, ancak iktidar partisi, devleti ve medyayı kendi lehine kullanarak muhalefetin kazanmasını neredeyse imkansız hale getirir. Seçimler yapılır, ancak rekabet adil değildir.
Bir ülkede demokrasinin sadece kurulmuş olması değil, aynı zamanda toplumdaki tüm ana aktörler (ordu, iş dünyası, halk) tarafından “oyunun tek kuralı” olarak benimsenmesi ve geriye dönüşün (darbe vb.) düşünülemez hale gelmesi sürecidir.
Toplumun etnik, dini veya dilsel olarak derin bir şekilde bölündüğü ülkeler (örn: Belçika, Lübnan) için önerilen bir demokrasi modelidir. Bu model, çoğunluğun yönetimi yerine, tüm büyük grupların iktidarı paylaştığı “büyük koalisyonlar”, her gruba veto hakkı ve kültürel özerklik tanınması üzerine kuruludur.
Kâr amacı gütmeyen, devletten bağımsız olarak örgütlenen ve belirli sosyal, siyasi, çevresel veya insani amaçlar doğrultusunda (lobicilik, yardım, farkındalık yaratarak) faaliyet gösteren gönüllü vatandaş gruplarıdır (Örn: Dernekler, vakıflar).
İki veya daha fazla egemen devletin, ortak bir amacı (güvenlik, ticaret, sağlık vb.) gerçekleştirmek için uluslararası bir antlaşmayla kurdukları örgütlerdir. Üyeleri vatandaşlar değil, devletlerdir. (Örn: Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği).
Uluslararası ilişkilerde, devletlerin çıkarlarının “verili” (sabit) olmadığını savunan teoridir. Bu teoriye göre, “anarşi” veya “çıkar” gibi kavramlar, devletlerin birbirleriyle etkileşimleri ve paylaştıkları fikirler, normlar ve kimlikler yoluyla sosyal olarak “inşa edilir”. (Örn: “Düşmanlık” kalıcı bir kader değil, değişebilecek bir algıdır).
Yargıçların, kararlarını sadece mevcut yasalara veya Anayasa’nın lafzına (metne) sıkı sıkıya bağlı kalarak değil, aynı zamanda kendi siyasi görüşlerini, toplumsal değerleri veya yasanın “ruhunu” katarak yorumlaması durumudur. Genellikle, meclisin alanına müdahale olarak eleştirilir.
Bu teoriye göre, küresel sistemin (özellikle dünya ekonomisinin) istikrarlı ve barışçıl olması için, sisteme kural koyabilen, bu kuralları uygulayabilen ve bunun maliyetini karşılayabilen tek bir baskın güce (hegemon) ihtiyaç vardır (Örn: 19. yy’da Britanya veya 20. yy’da ABD).
Bir eleştiri veya suçlamayla karşılaşıldığında, konuyu cevaplamak yerine, dikkati başka bir konuya çekerek veya eleştiriyi yapan kişiyi benzer bir suçlamayla hedef alarak (örn: “Ama siz de geçmişte şunu yapmıştınız!”) asıl konuyu saptırma ve savunmaya geçme propagandası tekniğidir.
Özellikle sosyal medyada, kişilerin sadece kendi görüşlerine ve inançlarına benzer fikirlerle karşılaştığı, karşıt görüşlerin ise filtrelendiği veya duyulmadığı kapalı dijital ortamlardır. Yankı odaları, mevcut inançları pekiştirir, kutuplaşmayı artırır ve farklılıklara karşı toleransı azaltır.
İnsanların, kendi mevcut inançlarını, varsayımlarını veya hipotezlerini doğrulayan bilgileri tercih etme, bu bilgileri arama ve öne çıkarma eğilimidir. Kendi görüşümüze ters düşen gerçekleri ise göz ardı etme veya mantıksallaştırarak reddetme eğilimindeyizdir. Bu, “post-truth” çağının temel dinamiklerinden biridir.
Devlet gelirlerinin büyük bir kısmının, üretimden veya halktan toplanan vergilerden değil, doğal kaynakların (özellikle petrol ve doğalgaz) dışarıya satılmasından elde edildiği devlet modelidir. Bu devletlerde, hükümet halka hesap vermek veya vergi toplamak yerine, elde ettiği “rantı” dağıtarak (sübvansiyonlar, maaşlar) siyasi sadakati satın alma eğilimindedir.
Bir devletin, kendi toprakları üzerindeki egemenliğini ve meşru fiziksel güç kullanma tekelini (güvenliği sağlama) kaybettiği, temel kamu hizmetlerini (eğitim, sağlık, hukuk) vatandaşlarına sunamadığı ve siyasi kaos içinde olduğu durumları tanımlamak için kullanılır.
Devletin, vatandaşlarının ekonomik ve sosyal refahını korumak ve geliştirmek için aktif bir rol üstlendiği modeldir. Piyasa ekonomisinin yarattığı eşitsizlikleri azaltmak amacıyla, vatandaşlarına ücretsiz eğitim, genel sağlık sigortası, emeklilik, işsizlik maaşı gibi sosyal güvenceler sunar.
Uluslararası ilişkiler teorisinde (özellikle Realizmde), “kaos” veya “düzensizlik” anlamına gelmez. “Anarşi”, dünya üzerinde tüm devletlerin üzerinde duran, onları denetleyebilecek veya aralarındaki anlaşmazlıkları çözebilecek tek bir üstün otoritenin (bir “dünya hükümetinin”) bulunmaması durumunu ifade eder.
Uluslararası sistemde hiçbir devletin, diğerlerine hükmedecek kadar aşırı güçlenmesine izin vermeme stratejisidir. Eğer bir devlet (hegemon adayı) aşırı güçlenirse, diğer devletler ya kendi aralarında ittifak kurarak (dış dengeleme) ya da kendi askeri güçlerini artırarak (iç dengeleme) o gücü dengelemeye çalışır.
Michel Foucault’nun bu kavramı, modern devletin gücünün sadece “öldürmek” (sopa) olmadığını, aynı zamanda “yaşatmak” olduğunu savunur. Devlet, nüfusun sağlığı, doğum oranları, yaşam süresi gibi “biyolojik” süreçlerini istatistikler ve politikalar yoluyla yöneterek ve “normalleştirerek” iktidarını derinleştirir.
Carl Schmitt ve Giorgio Agamben tarafından tartışılan bu kavrama göre; devlet, varlığını tehdit eden bir kriz (savaş, terör, salgın) anında, normal hukuk kurallarını ve anayasal hakları askıya alma yetkisine sahiptir. Bu “istisna hali”, hukukun bizzat kendisi tarafından yaratılan “hukuk dışı” bir alandır ve modern iktidarın nasıl çalıştığını gösterir.
Marksist teoride, egemen sınıfın (burjuvazinin) kendi ideolojisini (serbest piyasanın adil olduğu, herkesin zengin olabileceği vb.) toplumun geri kalanına (proletaryaya) “tek doğru” olarak kabul ettirmesidir. Bu durumda, ezilen sınıf kendi gerçek çıkarlarının farkına varamaz ve sömürü düzeninin devam etmesine istemeden de olsa katkıda bulunur.
Samuel Huntington tarafından Soğuk Savaş sonrası ortaya atılan bu teze göre, gelecekteki küresel çatışmaların ana kaynağı ideolojik veya ekonomik değil, “kültürel” olacaktır. Huntington, dünyanın Batı, İslam, Konfüçyüs, Slav-Ortodoks gibi farklı medeniyet blokları arasında bölüneceğini ve fay hatlarındaki çatışmaların artacağını öngörmüştür.
Francis Fukuyama tarafından Berlin Duvarı’nın yıkılışıyla ortaya atılan bu teze göre, Batı tipi liberal demokrasinin ve serbest piyasa ekonomisinin, insanlığın ulaşabileceği “son” ve en ideal ideolojik evrim noktası olduğunu savunur. Bu teze göre, liberal demokrasiye alternatif ciddi bir ideoloji kalmamıştır.
Siyaset biliminin, “kurumların nasıl çalışması gerektiği” yerine “bireylerin ve grupların gerçekte nasıl davrandığına” odaklanan alanıdır. “İnsanlar neden oy verir?”, “Hangi seçmen hangi partiye yönelir?”, “Propaganda işe yarar mı?” gibi soruları anketler, deneyler ve istatistiksel verilerle cevaplamaya çalışır.
Filozof Karl Popper tarafından savunulan bu fikir, totalitarizmin zıttıdır. Açık toplum, eleştiriye, farklı fikirlere ve değişime izin veren; liderlerin ve politikaların özgürce sorgulanabildiği ve seçimler yoluyla kansız bir şekilde değiştirilebildiği toplum modelidir. Popper’a göre “mükemmel” bir sistemi aramak (Platon gibi) değil, “hataları düzeltebilen” bir sistemi (açık toplum) kurmak önemlidir.
(Antropolojiden siyasete uyarlanmıştır) Evrensel bir “doğru” veya “ahlak” olmadığını, her kültürün kendi değer sisteminin (örn: insan hakları, demokrasi anlayışı) kendi içinde geçerli olduğunu savunan görüştür. Uluslararası siyasette, “Bizim demokrasi anlayışımız sizinkinden farklı” veya “Bu bizim iç işimizdir” gibi argümanların temelini oluşturabilir.
Ekonomik ve sosyal sorunların çözümünde, devletin merkezi bir rol oynaması gerektiğine inanan siyasi görüştür. Serbest piyasa yerine devlet müdahalesini, bireysel girişimler yerine kamu girişimlerini tercih eder. Devletin, ekonomide ve toplumda düzenleyici ve yönlendirici bir aktör olmasını savunur.
Hem Başkanlık hem de Parlamenter sistemin özelliklerini taşıyan karma bir modeldir (örn: Fransa). Bu sistemde, halk tarafından seçilen güçlü bir Devlet Başkanı (yürütmenin başı) ile Meclis’e karşı sorumlu olan bir Başbakan (hükümetin başı) yürütme gücünü paylaşır.
Güçler ayrılığı (Yasama, Yürütme, Yargı) ilkesindeki üç güce ek olarak, basının (medyanın) oynadığı rolü tanımlamak için kullanılır. Basının görevi, bu üç gücü denetlemek, kamuoyunu bilgilendirmek ve yolsuzlukları açığa çıkararak bir “bekçi köpeği” görevi görmektir.
Siyaset bilimi ve ekonomiyi birleştiren bir teoridir. Politikacıların ve bürokratların, her zaman “kamu yararını” gözeten fedakar aktörler olmadığını savunur. Tıpkı piyasadaki insanlar gibi, onların da kendi çıkarlarını (yeniden seçilmek, bütçelerini artırmak, güç kazanmak) maksimize etmeye çalışan rasyonel aktörler olduğunu varsayar ve siyasi kararları bu çıkar temelinde analiz eder.
Devlet memurluğuna (bürokrasiye) girişte iki zıt sistemdir. Liyakat Sistemi, işe alımların kişinin yetenek, eğitim ve yeterliliğine (sınavla) göre yapılmasını esas alır. Patronaj (Kayırıcılık) Sistemi ise, işe alımların siyasi sadakate, parti üyeliğine veya kişisel tanıdıklığa göre yapılmasını ifade eder.
Evet, öncelikle ekonomik bir ideolojidir ancak siyasi sonuçları vardır. 1980’lerden itibaren (Thatcher, Reagan) popülerleşmiştir. Temel fikirleri; serbest piyasanın devlet müdahalesinden daha verimli olduğu, özelleştirmenin teşvik edilmesi, ticaretin serbestleştirilmesi ve devletin sosyal harcamalarının (refah devleti) kısıtlanması gerektiği üzerinedir.
Çok uluslu bir devletin veya bölgenin, etnik veya dini hatlar boyunca parçalanarak birbiriyle çatışan daha küçük ve düşman devletlere bölünmesi sürecini ifade eder. Terim, Balkan Savaşları sonrası Osmanlı İmparatorluğu’nun ve 1990’larda Yugoslavya’nın dağılmasından gelmektedir.
Latince “savaş nedeni” anlamına gelir. Bir devletin, başka bir devlete savaş ilan etmesini meşrulaştırmak için öne sürdüğü resmi gerekçe veya olaydır. (Örn: 1. Dünya Savaşı’nda Avusturya-Macaristan veliahtının öldürülmesi).
Uluslararası sistemdeki güç dağılımını ifade eder. İki Kutuplu Sistem‘de (Soğuk Savaş dönemi ABD ve SSCB gibi) küresel güç iki büyük süper güç arasında yoğunlaşmıştır. Çok Kutuplu Sistem‘de ise (günümüz dünyasına benzer şekilde) güç, üç veya daha fazla büyük devlet (ABD, Çin, Rusya, AB vb.) arasında dağılmıştır.
Siyaset felsefesinin temel metinlerindendir. Bir mağarada zincirlenmiş ve sadece duvardaki gölgeleri gören mahkumları anlatır. Bu mahkumlar, gölgeleri “gerçek” sanırlar. Biri zincirlerinden kurtulup dışarı çıkar ve gerçek dünyayı (Güneş’i, yani “İyi İdesi”ni) görür. Geri dönüp diğerlerine gerçeği anlattığında, ona inanmazlar. Bu, “gerçeği” ve “ideal devleti” bilmeyen toplum ile onu bilen “filozof-kral”…
(“Seçmen Paradoksu” ile ilişkilidir.) Seçmenlerin siyasi konularda bilgi edinmek için harcayacakları zaman ve enerjinin (maliyet), o bilgiyi edinerek oylarını daha “doğru” kullanmalarının getireceği faydadan (tek bir oyunun sonucu değiştirememesi) daha fazla olması durumudur. Bu nedenle seçmenlerin siyaseti yakından takip etmemesi “rasyonel” bir cehalet olarak görülebilir.
Bir vatandaşın, kendi siyasi eylemlerinin (oy verme, protesto etme) siyasi sistem üzerinde bir etkisi olacağına dair inanç düzeyidir. Siyasi etkililiği yüksek olan vatandaşlar, “Benim oyum bir şey değiştirir” diye düşünür ve siyasete daha fazla katılır. Etkililiği düşük olanlar ise “Ne yaparsak yapalım değişmez” diyerek siyaseten pasifleşir.
Yumuşak Güç (daha önce bahsedildi), bir ülkenin kültürü ve değerleriyle cazibe yaratarak istediğini elde etmesidir. Akıllı Güç (Smart Power) ise, Joseph Nye tarafından geliştirilen daha yeni bir kavramdır; bir ülkenin, hedefine ulaşmak için duruma göre “yumuşak güç” ile “sert gücü” (askeri/ekonomik baskı) stratejik olarak birleştirmesi, yani hem havuç hem de…
Siyaset bilimci Almond ve Verba’ya göre, insanların siyasi sisteme karşı tutumları farklıdır. Tebaa (Kul) Kültürü‘nde, bireyler siyasi sistemin “farkındadır” ancak kendilerini kararlar üzerinde etkili görmezler; sisteme pasif bir itaat söz konusudur. Katılımcı Kültür‘de ise (ideal demokratik kültür), bireyler hem sistemin farkındadır hem de oy vererek, protesto ederek veya lobi yaparak…
Önemli siyasi ve toplumsal kararların, seçilmiş politikacılar veya halk tarafından değil, atanmış yargıçlar (özellikle Anayasa Mahkemesi üyeleri) tarafından alınması eğilimini eleştiren bir kavramdır. “Yargıçların hükümeti” anlamına gelir ve demokrasinin alanını daralttığı savunulur.